22 Şubat 2015 Pazar

Daha az muhafazakarlık sanki daha güzel olabilirdi. Buna ne dersiniz ?

Dogmalar, gelenekler, muhafazakar anlayış, yazısız kurallar, toplumsal baskı, eğitimsiz bireyler, dozu asla ayarlanamamış olan bir ataerkil anlayış, humanizmden uzaklaştırılan toplum...

Hepsinin kadına yönelik şiddet, cinsel istismar, taciz, tecavüz vakalarını tetikleyici unsurların alt yapısını oluşturduğu gerçeğini yadsımak olanaksızdır kanımca...

Açmak gerekirse; 

doğanın bize bahşetmiş olduğu ve açlıktan sonraki en büyük dürtü olan " cinsellik " dediğimiz şeyin, yılları yılı, ailede, okulda, çevrede, akrabalar arasında, mahallede " tü kaka " olarak gösterilmesi, " ulaşılamaz " bir konuma getirilerek beyinlerimize sokulmasından ileri gelir.

dogmatik anlayış, " zina " adı verilen kavram, etik ve ahlak kavramlarının türk işi " namus " adıyla vücut bulmuş olan hali, geleneksellikten ve yüzyıllar önce dönemin şartlarına göre koyulmuş olmasının bilincine varamadan muhafazakar ve itaatkar anlayışın statukocu şekilde devamını sağlamakla yükümlü eğitimsiz kitlelerin özenle koruduğu yazısız toplumsal kurallar, mahalle baskısı, eğitimsizlik, inançsal ve toplumsal gerekçelerle kadınların hep ikinci plana itilmesi ve bundan daha da acısı, kadınlara ikinci planda oldukları gerçeğinin kabullendirilmesi; psikolojisi, eğitimsizlik, yoksulluk, insanca yaşayamama vb. sebeplerle oldukça bozulmuş olan bir toplumun humanist duygularının tamamen yok olması gibi sebeplerdir kadına yönelik şiddetin ve tecavüzlerin sorumlusu...

Doğanın " yaşanması gereken bir içgüdü, dürtü " olarak bizlere bahşetmiş olduğu cinsellik kavramına yüklediğimiz anlam, yukarıda saymış olduğumuz çeşitli sebeplerden dolayı yaşanması gerekenden çok farklı bir hal almıştır.
Zira toplumsal baskılar, gelenekler, inanç adı altında dogmatik anlayışla kafamıza sokulan bir takım kurallar ile, bunu olması gerektiği veya doğal haliyle değil, tabulaştırarak, " namus " kavramı ile bağdaştırarak, mutsuz evlilikler kurarak, bilinçsizce yaşayıp, uğruna cinayetler işleyeceğimiz bir hale getirmiştir.
Cinselliğin ya da iki karşı cinsin birbiriyle temasının asla bir cinayet sebebi, evlendirilme sebebi, şiddet sebebi, etik veya ahlaka konu olacak çeşitli sebepler olabileceği inancında değilim. bu durumun içgüdülerimize oldukça ters olduğu gerçeği ile beraber, sözünü ettiğimiz anlayışın ve yaşam tarzının ortaya çıkarmış olduğu " cinsel açlık " maalesef içinde bulunduğumuz dönemde yaşamış olduğumuz çok acı olaylar ile reaksiyon göstermektedir.

Aslında suçlu; sorgulamadan, mantıklı düşünmenin önünü kapatmak suretiyle, düşünmeden, itaat ve biat kültürü ile muhafazakar zihniyet aşılanarak yeni nesiller yetiştiren ve ülkenin dört bir yanına çeşitli meslek gruplarına dahil olacak şekilde salan ve bu etkileşim ile birlikte nesilden nesile değişmesi oldukça güç bir takım olgular yaratılmasına yol açan statukocu ve muhafazakar sistemdir. 

Kadınların bazı şeyleri yaşaması gerektiği anda; namus koruma, gelinliğe kırmızı kurdela takabilme, babanın annenin yüzüne bakabilme, mahallede, okulda, çevrede, işyerinde adını çıkartmama (!) gibi kaygılardan dolayı, yaşanması gereken şeyleri yaşayamaması, bundan ileri gelen sebeplerden dolayı erkekler cephesinde oluşan cinsel açlık ve cinsel güdülerin " gelişmemişlik kaynaklı " abartıları sebebiyle, olması gerekenden seyrek ve farklı duygularla yaşamaları, karşı cinsle girdiği ilişkiyi " skor " " savaş kazanma " şeklinde algılaması gibi reaksiyonlar ortaya çıkartmaktadır.

Gelenekler, dogmatizm, muhafazakarlık, toplumsal baskılar, yazısız kurallar gibi sebepler sonucunda oluşan bu açlık halinin dışavurumu, cinsiyet ayırmaksızın özgür bir birey olabilmeyi her koşulda başarabilecek donanıma sahip olarak yaratılmış olan insanın kadın cinsinin özgürlüğünün kısıtlanmasına yol açmaktadır. zira bu ülkede, belli saatten sonra dışarıda olmak, şort, etek giymek, tek başına bir yere gitme özgürlüğüne sahip olamamak, sürekli erkeğin gölgesinde yaşamak durumunda bırakılmak," birey olamamak ", saçma sapan ve oldukça idiotluk belirtisi gösteren bir takım laflar yemek demektir kadın olmak demek.
Özgür olamamak, birey olmak için içinde bulunduğumuz yılda hala çabalamak demektir kadın olmak.
muhafazakar zihniyetle oluşturulmuş " erkeğin cinsel açlığına " tacizle, lafla en ağır şekilde tecavüzle maruz kalmak, şiddete uğramak demektir.

Eğer bize doğanın şartlarında yaşama imkanı verilseydi, cinsiyet ayırt etmeksizin istediğimiz şekilde özgür olma imkanı verilseydi, bu tip sapkınlıklar, tecavüzler olmayabilirdi... 

Muhafazakar, statukocu, gerici, karanlık, gelenekçi anlayış; ahlakın türkçesi " namus " kavramını kadınların sırtlarına bu şekilde bir kaya misali yük ile yüklemeseydi, bu kadar dogma ve geleneklerle dolu, sarsılmaz tabularla bazı şeyler " tü kaka " şeklinde lanse ettirilmeseydi,bu tip insanlık dışı sapık varlıklar ortaya çıkmazdı. ve maalesef reaksiyonunu böylesine acı olaylar tecrübe ederek yaşamak ve görmek, maruz kalmak durumunda olmazdık.

Bu yaratıkların yani tecavüzcülerin, ya da kadınlara en ufak şekilde de olsa herhangi bir yöntemle şiddet uygulayan kişilerin insan olmadıkları ya da insani davranışlar sergilemedikleri yadsınamaz bir gerçek. fakat perde arkasında, " gelenekçi , dogmatik ve cinsiyetçi " anlayışın yıllar yılı topluma aşılanmış olduğu gerçeği, sorgulamanın, düşünmenin, süzgeçten geçirmenin ve özgürlük yollarının tıkandığı gerçeği, itaatkar ve biat eden bir nesil yetiştirilme çabası içerisinde olunduğu gerçeğini asla görmemezlikten gelemeyiz.

Türk toplumunun en büyük problemlerinden birisi de " kollektif " düşünememe sorunsalıdır. olayları hep lokal bazda irdeler. içinde bulunduğumuz zamanda yaşanan en acı özgecan olayında, tecavüz sorumlularının insanlık dışı hareketler sergilediği üzerinde durulmaktadır. evet, bu insan müsveddeleri gerçekten insanlık dışı hareketler sergilemektedir. ama sorunun temel sebebi, perde arkası, ana kaynağı, hammaddesi yine irdelenmemekte, lokal bakılmaya devam edilmektedir. bu pisliklerin beyinlerine yerleştirilen zihniyetin ve anlayışın temsilcisi olan ve sayısını bilemediğimiz bir yığın insan, aynı ve benzer zihniyetle, bu gibi olayların tekrar yaşanması konusunda ciddi bir potansiyel oluşturmaktadır maalesef.
eğitim ve bilinçlendirme ile aşılabilecek bu sorunlar ve zihniyetin yok olması adına hiç bir şey yapılmadığı gibi, mevcut iktidar döneminde istatistiklere göre oldukça artış göstermiş olan kadına yönelik istismar ve şiddet gerçeği de gözler önündedir.

Güçler ayrılığı ilkesini hiçe sayarak, kendi doğruları ve arzularını uygulamak için ellerinde tutmuş oldukları hukuk sistemi asla ayrımcılığa uğrayan kadınlar lehine olumlu yönde kullanılmamıştır. eğer bunu yapmış olsalar ve bu tip şeylerin önüne geçebilecek caydırıcı uygulamalar getirselerdi, belki bugün bu acı olayı yaşamamış olacaktık.

Tecavüz gibi insanlık dışı bir şeyi gerçekleştiren pisliklerin, mevcut iktidar döneminde ne gibi cezalara maruz kaldığını hep birlikte gördük.
ama maalesef acı olaylar yaşanmadan aklımızın başımıza gelme alışkanlığını edinmekten uzak bir toplum olduğumuz için, bu tarz şeyleri yaşamadan önlem almamayı bırakın, yaşadıktan sonra da önlem alamayan bir toplum ve anlayış içerisinde yaşıyor veya yaşatılmak zorunda bırakılıyoruz.

insanın birincil hakkı olan yaşama hakkını elinden alan herhangi bir cinayet gerekçesi olan " namus cinayeti " saçmalığına karşı cezai indirim uygulayan bir hukuk sistemine sahip zihniyetin ürünlerinin ortaya çıkartmış olduğu acı reaksiyonlar bunlar.

Lütfen artık şu cümlelerin anlamlarını ve insanların hatta hemcinslerinizin hayatlarını ne kadar zorlaştırdığını düşünün sevgili toplum ;
" onun kızı bununla şurada görülmüş " " o dulmuş " " o mini etek giyiyor, o zaman kesin cinsel ilişkiye giriyordur " " o kız oğlan kız, helal süt emmiş " " babası gelinliğine kırmızı kurdelasını büyük bir gururla taktı " 

" helal süt emmek " kavramını daha önce eline hiç bir erkek eli değmemiş bir kadını pardon objeyi temsil etmek amacıyla söyledikleri gerçeğini bir düşünün...

erkek yaptığında " aslaaanııım, goçuuum yaraşır yiğidime " kadın yaptığında ise " sürtüüüük " demenin mantıksızlığı için iki dakika düşünün... 

Kadınları ne kadar korkuttuğumuzu hep birlikte oturup düşünelim. doğal dürtülerin yaratılmış ya da sonradan yaratılmış açlığının onlar üzerinde oluşturduğu baskı, korku ve sindirmeyi düşünelim...

Lütfen düşünelim...

Her şeyi paylaşan ve birbirlerini masumca seven bir çiftin öpüşmesinin dünyanın en normal ve doğal şeyi aynı zamanda en güzel şeyi olduğu gerçeğini düşünelim. namus, muhafazakarlık ve dogmalardan arınarak bunu yapalım.

Dünyanın en güzel aktivitelerinden biri olan sevişmeyi " çakmak, yapıştırmak, pompalamak " gibi garip tabirlerle telaffuz etmemizin sebebini düşünelim.

Korkuttuğumuz kadınlar ile yaşadığımız ilişkileri gizli kameraya çekip, onları bunu şantaj malzemesi olarak kullandıracak bir anlayışa nasıl sahip olduğumuzu ve bu anlayışı istismar edecek kadar aşağılık bir sürüngen haline nasıl gelebildiğimizi lütfen düşünelim.

Bir kadının ya da herhangi bir insanın istemediği bir şeyi ona zorla yapmanın ve bunu yaparken aşağılıkça şiddet uygulamanın bizi insan olmaktan ne derece uzaklaştırdığını lütfen düşünelim.

Bu zihniyetin bu anlayışın sebeplerini düşünelim. bunlara savaş açalım...

Tecavüze uğrayan kadın bakire değil (!) diye, tecavüzcüsünün cezai indirim aldığı hukuk sistemine savaş açalım !

Kadınlar;

Sağ iktidarların ve muhafazakar zihniyetin ürünleri ile oluşan bastırılmış ve anti humanist güdülerin acı dışavurumlarına en insanlık dışı şekillerde maruz kalmak zorunda değildir.

Geceleri bir yerlerde yürümek için bir " erkeğe " ihtiyaç duymak zorunda da değildir.

Yaratılışa göre erkeklerden güçsüz olmalarını aşağılık şekilde istismar eden erkeklerden şiddet görmek, birey olmaktan uzaklaşmak zorunda değillerdir.

Yaşamak istedikleri güdülerini yaşayamamak, onun üzerinden bir çok kişinin namusunu temsil eden bir obje olmak, sırf bu ihtiyacını, birey olma duygusunu, bağımsızlığını elde edebilmek için belki de istemediği bir adamla mutsuz evlilikler yapmak zorunda da değillerdir...

Toplumun geleneksel yapısı ile bir erkek ile birlikte olduğunda " fahişe, kaşar, " gibi damgalar yemek, hatta cinsel ilişki yaşıyor ya da erkek arkadaşıyla dünyanın en masum sevgi göstergesi olan öpücüğünü paylaşıyorsa, hemcinsleri tarafından bile ötekileştirilebilecek, sıfat taktırılacak bir anlayışa maruz kalmak zorunda da değillerdir.

İstediğini giyememek kaygısını yaşamak zorunda değillerdir...

Hayatının en büyük korkusunu tecavüz şeklinde akabinde de fiziksel şiddete maruz kalmak suretiyle yaşamak ise hiç ama hiç zorunda değillerdir.

Örümcek ve eğitimsiz beyinlerin, itaat kültürü ile, sorgulamadan, dogmatik anlayış ve yüzyıllar önce uygulanan saçma geleneklere tam bağlı, yobaz, karanlık bir nesil yetiştiren zihniyet !

Suç senindir !

Çek ellerini kadınların üzerinden. çek ellerini insan özgürlüğünün üzerinden.

Şiddete, istismara, acı olaylara sebep oluyorsun.

Lütfen biraz düşünce. biraz daha insanca yaşamak için uygun koşullar sağlama çabası. biraz daha anlayış, biraz daha empati, biraz daha humanizm, biraz daha sevecenlik.

Biraz daha eğitim.

Biraz daha sorgulama.

Biraz daha özgürlük !

Lütfen ;

daha az muhafazakarlık
daha az statukoculuk
daha az geleneksellik
daha az mahalle baskısı
daha az dogmatik anlayış
daha az sarsılmaz tabular...

hayat yaşanması bu kadar da zor bir şey değil. hele bu ülkede kadın olmak, bu kadar zor olmamalı...

Kadına yönelik şiddet ve istismara hayır !

Lütfen...

" cnmmlaa yemeq qeyfiiiii " denilen şeyi kurumsal olarak yazabilirdim. Merhaba, canımla yemek keyfi. Bilgilerinize, Saygılarımla.

Sıkıcı bir iş günüydü.

Aslında tek hayalim, ofiste bilgisayarları başında oturan herkes gibi bir an önce buradan kurtulup, facebook'a değil de instagrama, babamın üniversiteden mezun olduğumda hediye olarak aldığı opel corsa tdi’ın şöför koltuğundan kadrajlanmak suretiyle içinde yorgun ve mutsuz ifadelerle etrafına bakan insanların bulunduğu arabaların görüntüsü eşliğinde çekilmiş "uffff yine bir haftaici eve donush yine bir trafiqq cilesi yhaa" yazmaktı. Eğer bu fotoğrafı ve commentimi feysten düşürmek üzere olduğum ve ilkokulda ilk pembe yumurtlayan uçlu kalem kullanma karizmasına sahip olmasına karşın, beslenmesi için annesinin koyduğu mendil üzerinde ezine peyniri ve elma yiyen çirkin ve şişman kadın olarak hatırladığım fakat yıllar sonra feysbuka koymuş olduğu fotoğraflarla adeta darwin'in evrim teorisini ispat etme misyonu edinmişçesine güzelleşmiş olan Sedef beğenirse benim için işler değişecekti...
Kendi kendime söz vermiştim. Bu hafta instagrama koyduğum üç fotoğrafın üçünü de beğenmes...... pardon Likelaması halinde, feysbuk üzerinden yürüyecektim kendisine. EVET! Sedef’e yürüyecektim…"Yürümek" olarak tabir ettiğim şey olarak kafamda tasarladığım plan da şirketin maile dahil edilen kişilerin hangi ortak paydada buluştuğu yönündeki nedeni hep sorguladığım şekilde oluşturmuş oldukları mail gruplarından dönen geyikleri arasında insanların birbirine “ ayh o mekan cok gusel , ben daha önce böyle bi mozerella stick gerçekten yemedim “ dedikleri yerlerden birine götürmekti. Çünkü gerçek bir “BEYAZ YAKALI“ olmanın sırrı, Cuma ve cumartesi akşamları “AKILAN“ mekanlarda yenilen yemekleri sosyal medya, mail grubu, sigara küllüğünün başında kahve içerken gibi iletişim yöntemleri ile birbirine anlatmaktan geçiyordu. Bunu biliyordum ve bundan güzel nemalanıyordum. Zira iyi bir okuldan mezun olup İstanbul’da iş bulmamı takiben İstanbul’a yerleşmem ve buraya Burdur’dan geldiğimi örtmem zaman alacaktı. Bunun farkındaydım. Fakat bu paylaşımlar az önce bahsetmiş olduğum bu zamanı oldukça daraltıyordu, bunu biliyordum ve buna seviniyordum… Galiba mutluydum ben.
En büyük avantajım Sedef’in de Burdur’dan gelmiş ve üniversite sonrasında İstanbul’da yaşamaya karar vermiş olmasıydı. Beni anlayabilirdi. Aslında ben onu daha iyi anlayabilirdim. Çünkü Burdur sokaklarında kelebek bıçak sallayan mahalle delikanlılarının benim üniversiteden aile ziyareti için Burdur’a gittiğim dönemlerde nereden geldiğimi sorduklarında ve ben “İstanbul’dan geliyorum abi, bayram tatili olduğu için annemin babamın elini öpeyim diye atladım otobüse geldim, otobüste verdikleri eti cin’i bile yiyemedim heyecandan” şeklinde cevap verdiğimde “Haa üniversite iyidir iyi oku tabi, oku da bana mı okuyon amunaoyuum, biz hayat okulundan mezun olalı kaç yıl oluyor biliyon mu sen ?“ derken yüzlerine yansımış olan özgüvenin benzeri bir özgüveni yansıtabilirdim Sedef’e İstanbul’da bir beyaz yakalı olarak yaşamak hususunda…
Hem benim ona karşı bu toplu maillerden öğrendiklerimle “PRİM“ yapmamı sağlayabilecek kozlarım vardı. Bunlar benim “YÜRÜME“ eylememi kolaylaştıracaktı. Tek ihtiyacım olan sadece bir kez daha “LIKE“ almaktı kendisinden… Eğer bunu başarabilirsem, kendimde bu özgüveni görecektim. G.tüm kalkacaktı like aldığım için.
Sedef’e yürüme kararı almamın sebebi tabii ki de sadece likelar değildi. Ben bu kadar basit biri miydim ? Tabii ki hayır. Sonuçta İstanbul’da yıllardır ayakta kalabilmiş, tek başına İŞLETME ENFORMATİĞİ bölümünü bitirebilmiş, her bayram tatilinde aile büyüklerinin “ hangi bölümde okuyorsun ? “ sorularına İŞLETME ENFORMATİĞİ şeklinde yanıt verdiğimde “Hee iyi. O da iyi. Ee ne çıkacan sen şimdi ?“ sorularına cevap verebilmiş, en nihayetinde kurumsal olarak adlandırabileceğimiz büyük ve yaka kartı takmalı, AGİ’li, yılbaşı kutlamalı, içinde bol müzik dinlenen ve genelde güvenlikli, havuzlu, ortalama aidatlı, akıllı evli sitelerde duran servisli; deadline,Schedule, blg, ( bilgine ) fyi ( for your information ), best regards, saygılarımla, “vlookup’la al onu” gibi kelimelerin havada uçuştuğu bir şirketin SÜREÇ GELİŞTİRME YÖNETİMİ (Process Development Management) departmanında uzman yardımcısı olmuştum…Boru değildim yani bence.
Sedef Burdur’un diğer kızları gibi, eve misafir geldiğinde, onlara uzak, mutfağa ve salonun çıkış kapısına en yakın noktada rahatsız, üzerinde “KISMET PLASTİK“ yazan etiketi sökülmeye çalışılmış fakat başarılı olunamadığı için etiket izi kalmış bir tabure üzerinde oturarak misafirlerinin çay bardaklarını kesmeyi ve onların çaylarının bitmesine yakın çay bardağına doğru koşturarak yenisini doldurmanın hayattaki en büyük misyonmuşçasına algılayan ve evde oturup, akşamları annesinin soyduğu ve soyduğu bıçakla dilimleyip yine bıçağa batırarak uzattığı elmayı yiyerek yine annesinin “KISMET “ olarak nitelendirdiği ve ona içindeki özgürlük ve bağımsızlık içgüdüsünü hediye edecek olan ama dozu ayarlanmamış bir ataerkil anlayış çerçevesinde hayatını sürdürebileceği bir adam bekleyen kızlardan değildi Sedef… Evet Sedef farklıydı. Sadece bir like daha alsaydım, bir dahaki selfie şeklinde çekilmiş instagram fotoğrafı Sedef ile birlikte “BİR KAHVALTI İKİ SERVİS LÜTFEN“ şeklinde sipariş verilmiş, bir kahvaltıyı yemeden önce “DUR BOZMADAN BİR SELFIE ALALIM“ diyerek çektiğim fotoğraf olması işten bile değildi… Bu fotoğrafa da “Merhabalar, Canımla kahvaltı keyfi, Bilgilerinize, Saygılarımla“ yazabilirdim… Çünkü sesli harfleri atlayarak yazmak kıro bir şeydi. “Cnmmla qeyif falan“ o ne öyle ya… Iyy. Tam kıro işi. Artık tüm sözlüklerde hatta memurlar.net forumunda bile dalga geçiliyor bu tip insanlarla…

O değil de Sedef’e baya baya az kalmıştı lan. Perde arkasında bulunan üç beş like’ın üzerine gelen tek bir like’ın bünyede yarattığı özgüven kavramının ne tip anlamlara tekabül ettiğini bilir misiniz siz ? Ben yaşadım biliyorum.
Instagrama akşam koyacağım “uufff yaa yine bu neyin trafiği bitmezzz bu istanbulun derdiiiii“ yorumlu trafik fotoğrafının akabinde de biraz daha boş yolda araba kullanırken içinde çalan müziği videoya alıp da koysam mı lan ? düşüncesi sarmıştı birden bünyemi. Zira bunun da her  Sedef üzerinde yaratmak için çabaladığım hatta g.tümü yırttığım “ PRİM “ çabası gibi bir amacı vardı.
Şirkette, benim gibi Burdur’lu olmayan, doğma büyüme İstanbul’lu ve iyi aileden yetişmiş bir arkadaşımın şirkete getirdiği harddiskten aldığım “YABANCI KARIŞIK MP3“ klasörü içinde daha önce hiç duymadığım “Indie Rock“ klasöründen bulduğum Arctic Monkeys isimli grubun “R U Mine ?“ diye bir şarkısı vardı. Tanrım ! İstanbullu, modern ve her Cuma mutlaka büyük tabaklarda servis edilen yemekli, loş ışıklı, hafif müzikli, bol salatalı, değirmen karabiberli, artiz garsonlu restaurant ve cafelerde yemek yiyen, ya da “RAKI FASIL“ eşliğinde  kızlı erkekli “canım doğmuş iyi ki doğmuş mukmuk “ şeklinde doğum toplu doğum günü kutlaması yapan insanları yansıtıyordu bu parça.Yaka kartlı, öğlen sodexholu ama akşamları sodexhosuz gibi takılan, hayal kahvesi, organik Pazar kahvaltısı, playstation partileri düzenleyen, çiftli ev oturmalarına giden, ara sıra gece kulüplerinde “ kanka şişe açtırdık ne yapalım “ diyebilme lüksüne sahip, “ evlendikten sonra erkekler genelde kilo alır “ cümlesini bozuk plak gibi tekrarlayan; havaların durumu, kilo, organik gıda ve çocuk muhabbetlerini fav’a atıp bekleyen kişiler bir cumhuriyet kursalardı bu şarkı o cumhuriyetin milli marşı olabilirdi. Öyle bir şarkıydı bu şarkı…Yani moderndi anlayabiliyor musunuz beni? Ben bu şarkıyı dinlerken araba kullandığımda Sedef’e “MODERN“ görünecektim ve onun beğenisini kazanacaktım. Bundan yana hiç şüphe duymuyordum. Bana o harddiski veren arkadaşım Bertuğ sağolsundu. Eğer Sedef’i ayarlayabilirsem, Bertuğ’a sürekli bahsettiği ve çok sevdiği, anlatırken herkesin ilgiyle dinlediği yabancı biralardan bir tanesini ısmarlayabilirdim. Biz efes ile büyüdüğümüz için, bu yabancı biraları henüz öğrenememiştim. Ama ona da sıra gelecekti. Sonuçta ben bir Process Development Management / Asst.Specialist’im ve yabancı biraları bilmeliyim…

Tam o sırada canım kurumsal şirketimin çıkış saatleri yaklaştığında gündüz temizlik işlerine koşturan ablaların ara sıra servis edilen aperatif yiyecekleri dağıttıklarını gördüm. O da nesiydi ? Havuçlu kekti sanırım. Aslında “sevmiyorum“ diyemiyordum. Ama havuçlu kekti o. Bir kakaolu asla olamazdı. Ama havuçlu kek sevmemek bir ayıp gibiydi. Öğle yemeğinde sadece çorba içen ve ara sıra, brokoli, Brüksel lahanası, pırasa gibi gıdalar tüketen bayan arkadaşların, kekleri dağıtan servis görevlisine bakmadan tebessüm eden sahte ama değil gibi de fakat sanki aşağılayıcı bir ifade ile “ hayır teşekkürler, ben almayacağım “ deme karizmaları haricinde tabii ki.

Havuçlu kek benim için “önüme koyulsa yerim yoksa aramam bilaaaader“ kategorisindeki yiyecekler sınıfındaydı. O yüzden birkaç parça aldım ve bıraktım. Çıkışa az kalmıştı. Çıkış saati yaklaştıkça bu dört duvar arasındaki modern ofiste endorfin hormonunun buram buram salgılandığını hissedebiliyordum. İnsanların mutluluk derecesi artıyordu. Tiyatroya gidecek olanlar, sitelerindeki spor salonlarında günlük kalori hesabına göre kalorilerini yakacak olanlar, hiç adını duymadığı bir grubun konser davetiyesi olduğu için o konsere gidecek olanlar, sevgilisiyle midpointte yemek yiyecek olanlar ile birlikte, çok yorgunum üç gündür dışarıda takılıyorum eve gideyim de evde basit bir sofra kurayım ve fotosunu çekip instagrama “ bugün de böyle “ yorumu ile birlikte yapıştırayım modunda olanlar…
PC’sinin masaüstündeki ıvır zıvırı “MASAÜSTÜ“ diye bir klasör açarak komple içine atanlar…Çalıştığı dosyayı pardon RAPOR’u bilmemne bey ya da hanım geri gönderdiği ve “şurayı şöyle yapsak daha iyi olur sanki Meltem“ dediği için elli kere düzeltmiş  SON RAPOR’u  “rapor.son “ ismi ile kaydedenler… Ama az sonra buradan kurtulacakları için mutlu olanlar…Buradan çıktıkları zaman gittikleri yerde güzel vakit değil de “KEYİFLİ VAKİT“ geçirecekleri için mutlu olanlar…

Benimse aklım Sedef’teydi…
Belki de Sedef’in istediği bunlar değildi paranoyasına kapıldım birden bire... Manasız bir paranoyaydı belki de… Modernizm ya da beyaz yakalı yaşayışı değildi belki Sedef’in istediği dedim kendi kendime. “ Ama bir insan neden bu hayatı beğenmez ki ? “diye sordum sonra… Akarı yok kokarı yok, azıcık aşım ağrısız başım hesabı, büyüklerimizin bize öğrettiği gibi“ etliye sütlüye bulaşmadan okuluna git gel, okul bitsin gir işine çalış “ felsefesinin bir uzantısıydı bu. Kötü olamazdı. Çünkü koşulsuz şartsız büyükler her şeyi bilirdi bize göre. Bu felsefe bizlere çocuk yaşta empoze edilen yegane bir felsefeydi. İzlerini silmek çok zordu. İstediğimiz kadar modernleşelim, bazı gerçekleri değiştiremezdik…Her ne kadar çaktırmasam da biz bu anlayışla yetiştirilmiştik. Üniversitede parka giyen adamların “çürümüş düzen değişmelidir“ derken neyi kastetmek istediklerini bile belki bu felsefeden ileri gelen sebeplerden anlayamamış olmalıyım. Ama ne bileyim. Bir an böyle bir paranoyaya kapıldım. Ütopik olsa da paranoya bu işte. İnsanı düşünmeye sevkediyor. Ya Sedef büyük tabaklı, ortasında et ve değirmen karabiberli, kenarında haşlanmış sebzeli servis edilen yemekleri değil de bizim Burdur’un meşhur yöresel yemeği “BIRTOLAMA“ yı özlediyse ve bırtolama yemek istiyorsa ? Ne güzel yapardı halam Bırtolamayı. Bak şimdi özlediğimi fark ettim… Ben yakın zamanda Burdur’a gitmeliyim mutlaka ve halamgili ziyaret etmeliyim. Bırtolama yemeliyim mutlaka…

Tanrım ben ne diyordum ? Az önce Indie Rock’lı parça dinleyip Instagrama koymayı hayal ederken Bırtolamaya nereden gelmiştim? Halamın güruhuna “HALAMGİL“ demiştim. Şirketteki arkadaşlarım duysaydı oldukça sıkıntılı bir duruma düşerdim. Belki beni mail gruplarından bile çıkartabilirlerdi. “Yapmayın arkadaşlar hepimiz ekmeğimizin peşindeyiz“ gibi bir açıklamada da bulunamazdım…

Çıkış saati gelmişti artık. Gerçekten mutlu ve heyecanlıydım. Sedef tam bana göreydi. O beni değil ben onu eğitecektim. Adaptasyon ve oryantasyon sürecine alacaktım. Mutluydum. Ama Sedef’in bunların hiç birinden henüz haberdar olmaması gibi bir sorunsal vardı ortada…

Saat 17:28’di. ASANSÖR SIRASINA KALMAK İSTEMEYEN BEYAZ YAKALI içgüdüsü ile bilgisayarımı kapattım, “YAKŞAMLAR“ diyerek masamdan fırladım. Asansöre atmıştım kendimi neyseki. Bir beyaz yakalı için en büyük mutluluklardan birisi, tam 17:30’da hareket eden asansörde yer bulabilmektir. Hatta “ Akarı yok kokarı yok “ felsefesini benimsemiş olan beyaz yakalının, asansördeki yerini garantiye almasının akabinde, dışarıda bekleyenlere doğru, “ARKADAŞLAR GELİN BİR KİŞİ DAHA ALIR“ deme misyonunu üstlenme görevi vardır. Bu “ ben yerimi garantiledim, kafa rahat, bu rahatlığın verdiği özgüven ve güzellikle, size de bir takım rahatlıklara kavuşmanız için öneri verebilecek erki kendimde görüyorum “ un Türkçesidir.

Asansör aşağı inmişti artık. Masamdan kalktığımdan beri yaklaşık 13 kere tekrarladığım “YAKŞAMLAR“ kelimesini tekrarladım. 14 oldu. Güvenlikler ve kapı önündekiler ile birlikte günlük ortalama “YAKŞAMLAR“ 20’yi buluyordu.

Yavaş yavaş aracıma doğru yürüdüm. Yirmi dakikam vardı. Yavaşça yürüyebilirdim. Zira yirmi dakika sonra otopark ücreti, 10 saati geçtiği için 3 TL daha artacaktı. Ama bunun için yirmi dakikam vardı ve otoparkla şirket arası beş dakikaydı.
Bugün öğle arasında internet gazeteleri ve haber sitelerinde ya da limango & markafonide takılmak ya da grupfoniden fırsat kovalamak yerine, Sedef’e alabileceğim küçük bir hediye bakmıştım. Google’da “ilk flörtte kız arka alınabilecek hediyeler“ yazmıştım… Sağ alt köşesinde KARGO BEDAVA yazısının yanıp söndüğü bir sürü siteye girdim çıktım. Ama uygun bir şey bulmakta güçlük çekmiştim. Daha doğrusu bir beyaz yakalının hayatın her alanında göstermiş olduğu “ Garantici “ yaklaşımından dolayı, buluşmayı garantiye almadan, esnekliği oldukça düşük olan kredi kartıma ekstra bir maliyet yüklemekten kaçınmıştım sanırım…
Arabama binmiştim. Yoldaydım… Karnım da hafiften aç gibiydi. Canım kahvaltı yapmak istedi. Bizim şirketin güvenlik müdürü Şenol abinin memleketten getirdiği, ve her memlekete gittiğinde organik gıda hastası olan şirket çalışanları tarafından sömürülürcesine yağmalanan organik ballara ekmeğimi banmak istedim. Hiçbir organikliği olmayan ve marketten eve sipariş verdiğim 6’lı karton kutulu yumurtalardan yapılmış rafadan yumurtada kahvaltı sonraları nadiren içtiğim ve asla içime çekmediğim keyif sigarasını söndürmek istemiştim. Sanırım açlık boyutumdan dolayı bana şu an her türlü besin maddesi oldukça cazip geliyordu an itibarıyla.
Trafiğin dibindeydim artık. Sedef için fotoğraf çekip “ufff yine mii trafik yine mi trafikkk yetti artık bu şehrin çilesi neyin trafiği buu yhaaa“ yazıp instagrama koyabilirdim… Fotoğrafı çektim. Rengiyle oynadım. Son bir kez baktım. Tekrar rengiyle oynadım. Trafik duruyordu. Fotoğrafla rahatça oynayabiliyordum. Zaten artık hepimiz birer ARA GÜLER’dik. Özellikle garsonlar. Tek işleri sipariş alıp, aldıkları siparişleri servis etmek olan garsonların ek işi ARA GÜLER olmaktı artık… Selfie çıktığından beri insanlar kendi kendilerini çekip “cnmla yemek qeyfi“ yazdıklarından dolayı ek işleri eskiye nazaran aynı yoğunlukta olmasa da bu alanda kazandıkları ciddi profesyonelliği devam ettiriyorlardı.
Fotoğrafı koymak üzereydim. Fakat o da neydi ? Sedef bir fotoğraf koymuştu. Altında bizim Burdur Anadolu lisesinden Feyza “cnm chok tatlısınıs chok mutlu olnn ins Allah nazarlardan saqlasn“ yazmıştı.
Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü o anda…
Yöresel görünümlü, arada kalmış olarak tabir edebileceğimiz bir adamla birlikte sarmaş dolaş bir halde fotoğraf koymuştu Sedef.
Üstelik bir evdelerdi. Ve #Bırtolama diye bir hashtag vardı.
Fotoğrafı iyice incelediğimde her şey açıklığa kavuşmuştu. Sedef başka birinindi artık. Üstelik o kişi ona bizim oranın dumanlı dağlarının modernize ve yemekleşmiş hali olan “COMBO FAJITA“ yedirmiyordu. Bildiğimiz Burdur yöresinin ünüyle yedi düvele nam salmış olan yemeği BIRTOLAMA yediriyordu.
Demek ki Sedef yöresel değerlerini muhafaza eden bir erkek arıyordu. Hatta arama aşamasını çoktan geçmiş, onu bulmuştu…
Her şey için çok geçti.
İstemeden likeladım fotoğrafı. Uyuz olarak ve istemeyerek fotoğraf beğenmek nedir siz bilir misiniz ? 32 beğeni 8 yorum’un en az yüzde yirmisi istenmeden yapılmıştır. İşte o bendim…
“Arada kalmış“ olarak suçladığım Sedef’in yanındaki adamdan daha arada kalmıştım belki de…
Paranoyamda haklı çıkmış olmanın buruk gururunu yaşıyordum ben.
Sedef’in hayalinde canlandırdığı erkek olabilmek için bazı değerlerimden vazgeçmiştim sanırım. Bibim hep söylerdi halbuki. “ Oğlum ne olursan ol, özünü inkar etme. Özünü inkar eden haramzadedir “ derdi. Çerçeveletip duvara asabilirdim bunu. Bir an bu cümleyi İngilizceye çevirip desktop yazısı olarak kullanmak geldi aklıma. Sanırım adam olamayacaktım ben. Ya da adam olduğumu Sedef’ler değil, Su’lar, Bengi’ler, Beril’ler, Melisalar, Duru’lar fark ettirecekti bana. Ama henüz onlara yanaşabilecek donanımı kazanıp kazanamadığımdan da emin olamadım. Gerçekten arada kalmıştım. Bırtolama ile Cajun chicken basket’ın arasındaydım… Üzerine değirmen karabiber dökülen mantı olabiliyordum şu an sadece ben. Yanında da içine limon parçası koyulmuş Zero cola olabiliyordum. Bırtolama & cacık ile Cajun chicken basket & Blue Moon arasındaydım sizin anlayacağınız.
Fotoğrafı koydum. Sadece “trafik cilesi bitmess bu şehrin L“ yazdım…
Eve giderken de dört EFES TOMBUL ŞİŞE alacaktım. Yanına da patates kızartıp o sofrayı çekip koyacaktım. “BUGÜN DE BÖYLE“ yazacaktım.

Kedili, kahveli, cnmla keyifli fotoğraflar arasında benimki kaç like alırdı ki acaba ?


Gelen likelara bakacaktım sonra. Yeni like demek yeni umut demektir. Bu da beyaz yakalı bekar abazalar derneğinin yazısız kurallarından birisidir…