22 Şubat 2015 Pazar

" cnmmlaa yemeq qeyfiiiii " denilen şeyi kurumsal olarak yazabilirdim. Merhaba, canımla yemek keyfi. Bilgilerinize, Saygılarımla.

Sıkıcı bir iş günüydü.

Aslında tek hayalim, ofiste bilgisayarları başında oturan herkes gibi bir an önce buradan kurtulup, facebook'a değil de instagrama, babamın üniversiteden mezun olduğumda hediye olarak aldığı opel corsa tdi’ın şöför koltuğundan kadrajlanmak suretiyle içinde yorgun ve mutsuz ifadelerle etrafına bakan insanların bulunduğu arabaların görüntüsü eşliğinde çekilmiş "uffff yine bir haftaici eve donush yine bir trafiqq cilesi yhaa" yazmaktı. Eğer bu fotoğrafı ve commentimi feysten düşürmek üzere olduğum ve ilkokulda ilk pembe yumurtlayan uçlu kalem kullanma karizmasına sahip olmasına karşın, beslenmesi için annesinin koyduğu mendil üzerinde ezine peyniri ve elma yiyen çirkin ve şişman kadın olarak hatırladığım fakat yıllar sonra feysbuka koymuş olduğu fotoğraflarla adeta darwin'in evrim teorisini ispat etme misyonu edinmişçesine güzelleşmiş olan Sedef beğenirse benim için işler değişecekti...
Kendi kendime söz vermiştim. Bu hafta instagrama koyduğum üç fotoğrafın üçünü de beğenmes...... pardon Likelaması halinde, feysbuk üzerinden yürüyecektim kendisine. EVET! Sedef’e yürüyecektim…"Yürümek" olarak tabir ettiğim şey olarak kafamda tasarladığım plan da şirketin maile dahil edilen kişilerin hangi ortak paydada buluştuğu yönündeki nedeni hep sorguladığım şekilde oluşturmuş oldukları mail gruplarından dönen geyikleri arasında insanların birbirine “ ayh o mekan cok gusel , ben daha önce böyle bi mozerella stick gerçekten yemedim “ dedikleri yerlerden birine götürmekti. Çünkü gerçek bir “BEYAZ YAKALI“ olmanın sırrı, Cuma ve cumartesi akşamları “AKILAN“ mekanlarda yenilen yemekleri sosyal medya, mail grubu, sigara küllüğünün başında kahve içerken gibi iletişim yöntemleri ile birbirine anlatmaktan geçiyordu. Bunu biliyordum ve bundan güzel nemalanıyordum. Zira iyi bir okuldan mezun olup İstanbul’da iş bulmamı takiben İstanbul’a yerleşmem ve buraya Burdur’dan geldiğimi örtmem zaman alacaktı. Bunun farkındaydım. Fakat bu paylaşımlar az önce bahsetmiş olduğum bu zamanı oldukça daraltıyordu, bunu biliyordum ve buna seviniyordum… Galiba mutluydum ben.
En büyük avantajım Sedef’in de Burdur’dan gelmiş ve üniversite sonrasında İstanbul’da yaşamaya karar vermiş olmasıydı. Beni anlayabilirdi. Aslında ben onu daha iyi anlayabilirdim. Çünkü Burdur sokaklarında kelebek bıçak sallayan mahalle delikanlılarının benim üniversiteden aile ziyareti için Burdur’a gittiğim dönemlerde nereden geldiğimi sorduklarında ve ben “İstanbul’dan geliyorum abi, bayram tatili olduğu için annemin babamın elini öpeyim diye atladım otobüse geldim, otobüste verdikleri eti cin’i bile yiyemedim heyecandan” şeklinde cevap verdiğimde “Haa üniversite iyidir iyi oku tabi, oku da bana mı okuyon amunaoyuum, biz hayat okulundan mezun olalı kaç yıl oluyor biliyon mu sen ?“ derken yüzlerine yansımış olan özgüvenin benzeri bir özgüveni yansıtabilirdim Sedef’e İstanbul’da bir beyaz yakalı olarak yaşamak hususunda…
Hem benim ona karşı bu toplu maillerden öğrendiklerimle “PRİM“ yapmamı sağlayabilecek kozlarım vardı. Bunlar benim “YÜRÜME“ eylememi kolaylaştıracaktı. Tek ihtiyacım olan sadece bir kez daha “LIKE“ almaktı kendisinden… Eğer bunu başarabilirsem, kendimde bu özgüveni görecektim. G.tüm kalkacaktı like aldığım için.
Sedef’e yürüme kararı almamın sebebi tabii ki de sadece likelar değildi. Ben bu kadar basit biri miydim ? Tabii ki hayır. Sonuçta İstanbul’da yıllardır ayakta kalabilmiş, tek başına İŞLETME ENFORMATİĞİ bölümünü bitirebilmiş, her bayram tatilinde aile büyüklerinin “ hangi bölümde okuyorsun ? “ sorularına İŞLETME ENFORMATİĞİ şeklinde yanıt verdiğimde “Hee iyi. O da iyi. Ee ne çıkacan sen şimdi ?“ sorularına cevap verebilmiş, en nihayetinde kurumsal olarak adlandırabileceğimiz büyük ve yaka kartı takmalı, AGİ’li, yılbaşı kutlamalı, içinde bol müzik dinlenen ve genelde güvenlikli, havuzlu, ortalama aidatlı, akıllı evli sitelerde duran servisli; deadline,Schedule, blg, ( bilgine ) fyi ( for your information ), best regards, saygılarımla, “vlookup’la al onu” gibi kelimelerin havada uçuştuğu bir şirketin SÜREÇ GELİŞTİRME YÖNETİMİ (Process Development Management) departmanında uzman yardımcısı olmuştum…Boru değildim yani bence.
Sedef Burdur’un diğer kızları gibi, eve misafir geldiğinde, onlara uzak, mutfağa ve salonun çıkış kapısına en yakın noktada rahatsız, üzerinde “KISMET PLASTİK“ yazan etiketi sökülmeye çalışılmış fakat başarılı olunamadığı için etiket izi kalmış bir tabure üzerinde oturarak misafirlerinin çay bardaklarını kesmeyi ve onların çaylarının bitmesine yakın çay bardağına doğru koşturarak yenisini doldurmanın hayattaki en büyük misyonmuşçasına algılayan ve evde oturup, akşamları annesinin soyduğu ve soyduğu bıçakla dilimleyip yine bıçağa batırarak uzattığı elmayı yiyerek yine annesinin “KISMET “ olarak nitelendirdiği ve ona içindeki özgürlük ve bağımsızlık içgüdüsünü hediye edecek olan ama dozu ayarlanmamış bir ataerkil anlayış çerçevesinde hayatını sürdürebileceği bir adam bekleyen kızlardan değildi Sedef… Evet Sedef farklıydı. Sadece bir like daha alsaydım, bir dahaki selfie şeklinde çekilmiş instagram fotoğrafı Sedef ile birlikte “BİR KAHVALTI İKİ SERVİS LÜTFEN“ şeklinde sipariş verilmiş, bir kahvaltıyı yemeden önce “DUR BOZMADAN BİR SELFIE ALALIM“ diyerek çektiğim fotoğraf olması işten bile değildi… Bu fotoğrafa da “Merhabalar, Canımla kahvaltı keyfi, Bilgilerinize, Saygılarımla“ yazabilirdim… Çünkü sesli harfleri atlayarak yazmak kıro bir şeydi. “Cnmmla qeyif falan“ o ne öyle ya… Iyy. Tam kıro işi. Artık tüm sözlüklerde hatta memurlar.net forumunda bile dalga geçiliyor bu tip insanlarla…

O değil de Sedef’e baya baya az kalmıştı lan. Perde arkasında bulunan üç beş like’ın üzerine gelen tek bir like’ın bünyede yarattığı özgüven kavramının ne tip anlamlara tekabül ettiğini bilir misiniz siz ? Ben yaşadım biliyorum.
Instagrama akşam koyacağım “uufff yaa yine bu neyin trafiği bitmezzz bu istanbulun derdiiiii“ yorumlu trafik fotoğrafının akabinde de biraz daha boş yolda araba kullanırken içinde çalan müziği videoya alıp da koysam mı lan ? düşüncesi sarmıştı birden bünyemi. Zira bunun da her  Sedef üzerinde yaratmak için çabaladığım hatta g.tümü yırttığım “ PRİM “ çabası gibi bir amacı vardı.
Şirkette, benim gibi Burdur’lu olmayan, doğma büyüme İstanbul’lu ve iyi aileden yetişmiş bir arkadaşımın şirkete getirdiği harddiskten aldığım “YABANCI KARIŞIK MP3“ klasörü içinde daha önce hiç duymadığım “Indie Rock“ klasöründen bulduğum Arctic Monkeys isimli grubun “R U Mine ?“ diye bir şarkısı vardı. Tanrım ! İstanbullu, modern ve her Cuma mutlaka büyük tabaklarda servis edilen yemekli, loş ışıklı, hafif müzikli, bol salatalı, değirmen karabiberli, artiz garsonlu restaurant ve cafelerde yemek yiyen, ya da “RAKI FASIL“ eşliğinde  kızlı erkekli “canım doğmuş iyi ki doğmuş mukmuk “ şeklinde doğum toplu doğum günü kutlaması yapan insanları yansıtıyordu bu parça.Yaka kartlı, öğlen sodexholu ama akşamları sodexhosuz gibi takılan, hayal kahvesi, organik Pazar kahvaltısı, playstation partileri düzenleyen, çiftli ev oturmalarına giden, ara sıra gece kulüplerinde “ kanka şişe açtırdık ne yapalım “ diyebilme lüksüne sahip, “ evlendikten sonra erkekler genelde kilo alır “ cümlesini bozuk plak gibi tekrarlayan; havaların durumu, kilo, organik gıda ve çocuk muhabbetlerini fav’a atıp bekleyen kişiler bir cumhuriyet kursalardı bu şarkı o cumhuriyetin milli marşı olabilirdi. Öyle bir şarkıydı bu şarkı…Yani moderndi anlayabiliyor musunuz beni? Ben bu şarkıyı dinlerken araba kullandığımda Sedef’e “MODERN“ görünecektim ve onun beğenisini kazanacaktım. Bundan yana hiç şüphe duymuyordum. Bana o harddiski veren arkadaşım Bertuğ sağolsundu. Eğer Sedef’i ayarlayabilirsem, Bertuğ’a sürekli bahsettiği ve çok sevdiği, anlatırken herkesin ilgiyle dinlediği yabancı biralardan bir tanesini ısmarlayabilirdim. Biz efes ile büyüdüğümüz için, bu yabancı biraları henüz öğrenememiştim. Ama ona da sıra gelecekti. Sonuçta ben bir Process Development Management / Asst.Specialist’im ve yabancı biraları bilmeliyim…

Tam o sırada canım kurumsal şirketimin çıkış saatleri yaklaştığında gündüz temizlik işlerine koşturan ablaların ara sıra servis edilen aperatif yiyecekleri dağıttıklarını gördüm. O da nesiydi ? Havuçlu kekti sanırım. Aslında “sevmiyorum“ diyemiyordum. Ama havuçlu kekti o. Bir kakaolu asla olamazdı. Ama havuçlu kek sevmemek bir ayıp gibiydi. Öğle yemeğinde sadece çorba içen ve ara sıra, brokoli, Brüksel lahanası, pırasa gibi gıdalar tüketen bayan arkadaşların, kekleri dağıtan servis görevlisine bakmadan tebessüm eden sahte ama değil gibi de fakat sanki aşağılayıcı bir ifade ile “ hayır teşekkürler, ben almayacağım “ deme karizmaları haricinde tabii ki.

Havuçlu kek benim için “önüme koyulsa yerim yoksa aramam bilaaaader“ kategorisindeki yiyecekler sınıfındaydı. O yüzden birkaç parça aldım ve bıraktım. Çıkışa az kalmıştı. Çıkış saati yaklaştıkça bu dört duvar arasındaki modern ofiste endorfin hormonunun buram buram salgılandığını hissedebiliyordum. İnsanların mutluluk derecesi artıyordu. Tiyatroya gidecek olanlar, sitelerindeki spor salonlarında günlük kalori hesabına göre kalorilerini yakacak olanlar, hiç adını duymadığı bir grubun konser davetiyesi olduğu için o konsere gidecek olanlar, sevgilisiyle midpointte yemek yiyecek olanlar ile birlikte, çok yorgunum üç gündür dışarıda takılıyorum eve gideyim de evde basit bir sofra kurayım ve fotosunu çekip instagrama “ bugün de böyle “ yorumu ile birlikte yapıştırayım modunda olanlar…
PC’sinin masaüstündeki ıvır zıvırı “MASAÜSTÜ“ diye bir klasör açarak komple içine atanlar…Çalıştığı dosyayı pardon RAPOR’u bilmemne bey ya da hanım geri gönderdiği ve “şurayı şöyle yapsak daha iyi olur sanki Meltem“ dediği için elli kere düzeltmiş  SON RAPOR’u  “rapor.son “ ismi ile kaydedenler… Ama az sonra buradan kurtulacakları için mutlu olanlar…Buradan çıktıkları zaman gittikleri yerde güzel vakit değil de “KEYİFLİ VAKİT“ geçirecekleri için mutlu olanlar…

Benimse aklım Sedef’teydi…
Belki de Sedef’in istediği bunlar değildi paranoyasına kapıldım birden bire... Manasız bir paranoyaydı belki de… Modernizm ya da beyaz yakalı yaşayışı değildi belki Sedef’in istediği dedim kendi kendime. “ Ama bir insan neden bu hayatı beğenmez ki ? “diye sordum sonra… Akarı yok kokarı yok, azıcık aşım ağrısız başım hesabı, büyüklerimizin bize öğrettiği gibi“ etliye sütlüye bulaşmadan okuluna git gel, okul bitsin gir işine çalış “ felsefesinin bir uzantısıydı bu. Kötü olamazdı. Çünkü koşulsuz şartsız büyükler her şeyi bilirdi bize göre. Bu felsefe bizlere çocuk yaşta empoze edilen yegane bir felsefeydi. İzlerini silmek çok zordu. İstediğimiz kadar modernleşelim, bazı gerçekleri değiştiremezdik…Her ne kadar çaktırmasam da biz bu anlayışla yetiştirilmiştik. Üniversitede parka giyen adamların “çürümüş düzen değişmelidir“ derken neyi kastetmek istediklerini bile belki bu felsefeden ileri gelen sebeplerden anlayamamış olmalıyım. Ama ne bileyim. Bir an böyle bir paranoyaya kapıldım. Ütopik olsa da paranoya bu işte. İnsanı düşünmeye sevkediyor. Ya Sedef büyük tabaklı, ortasında et ve değirmen karabiberli, kenarında haşlanmış sebzeli servis edilen yemekleri değil de bizim Burdur’un meşhur yöresel yemeği “BIRTOLAMA“ yı özlediyse ve bırtolama yemek istiyorsa ? Ne güzel yapardı halam Bırtolamayı. Bak şimdi özlediğimi fark ettim… Ben yakın zamanda Burdur’a gitmeliyim mutlaka ve halamgili ziyaret etmeliyim. Bırtolama yemeliyim mutlaka…

Tanrım ben ne diyordum ? Az önce Indie Rock’lı parça dinleyip Instagrama koymayı hayal ederken Bırtolamaya nereden gelmiştim? Halamın güruhuna “HALAMGİL“ demiştim. Şirketteki arkadaşlarım duysaydı oldukça sıkıntılı bir duruma düşerdim. Belki beni mail gruplarından bile çıkartabilirlerdi. “Yapmayın arkadaşlar hepimiz ekmeğimizin peşindeyiz“ gibi bir açıklamada da bulunamazdım…

Çıkış saati gelmişti artık. Gerçekten mutlu ve heyecanlıydım. Sedef tam bana göreydi. O beni değil ben onu eğitecektim. Adaptasyon ve oryantasyon sürecine alacaktım. Mutluydum. Ama Sedef’in bunların hiç birinden henüz haberdar olmaması gibi bir sorunsal vardı ortada…

Saat 17:28’di. ASANSÖR SIRASINA KALMAK İSTEMEYEN BEYAZ YAKALI içgüdüsü ile bilgisayarımı kapattım, “YAKŞAMLAR“ diyerek masamdan fırladım. Asansöre atmıştım kendimi neyseki. Bir beyaz yakalı için en büyük mutluluklardan birisi, tam 17:30’da hareket eden asansörde yer bulabilmektir. Hatta “ Akarı yok kokarı yok “ felsefesini benimsemiş olan beyaz yakalının, asansördeki yerini garantiye almasının akabinde, dışarıda bekleyenlere doğru, “ARKADAŞLAR GELİN BİR KİŞİ DAHA ALIR“ deme misyonunu üstlenme görevi vardır. Bu “ ben yerimi garantiledim, kafa rahat, bu rahatlığın verdiği özgüven ve güzellikle, size de bir takım rahatlıklara kavuşmanız için öneri verebilecek erki kendimde görüyorum “ un Türkçesidir.

Asansör aşağı inmişti artık. Masamdan kalktığımdan beri yaklaşık 13 kere tekrarladığım “YAKŞAMLAR“ kelimesini tekrarladım. 14 oldu. Güvenlikler ve kapı önündekiler ile birlikte günlük ortalama “YAKŞAMLAR“ 20’yi buluyordu.

Yavaş yavaş aracıma doğru yürüdüm. Yirmi dakikam vardı. Yavaşça yürüyebilirdim. Zira yirmi dakika sonra otopark ücreti, 10 saati geçtiği için 3 TL daha artacaktı. Ama bunun için yirmi dakikam vardı ve otoparkla şirket arası beş dakikaydı.
Bugün öğle arasında internet gazeteleri ve haber sitelerinde ya da limango & markafonide takılmak ya da grupfoniden fırsat kovalamak yerine, Sedef’e alabileceğim küçük bir hediye bakmıştım. Google’da “ilk flörtte kız arka alınabilecek hediyeler“ yazmıştım… Sağ alt köşesinde KARGO BEDAVA yazısının yanıp söndüğü bir sürü siteye girdim çıktım. Ama uygun bir şey bulmakta güçlük çekmiştim. Daha doğrusu bir beyaz yakalının hayatın her alanında göstermiş olduğu “ Garantici “ yaklaşımından dolayı, buluşmayı garantiye almadan, esnekliği oldukça düşük olan kredi kartıma ekstra bir maliyet yüklemekten kaçınmıştım sanırım…
Arabama binmiştim. Yoldaydım… Karnım da hafiften aç gibiydi. Canım kahvaltı yapmak istedi. Bizim şirketin güvenlik müdürü Şenol abinin memleketten getirdiği, ve her memlekete gittiğinde organik gıda hastası olan şirket çalışanları tarafından sömürülürcesine yağmalanan organik ballara ekmeğimi banmak istedim. Hiçbir organikliği olmayan ve marketten eve sipariş verdiğim 6’lı karton kutulu yumurtalardan yapılmış rafadan yumurtada kahvaltı sonraları nadiren içtiğim ve asla içime çekmediğim keyif sigarasını söndürmek istemiştim. Sanırım açlık boyutumdan dolayı bana şu an her türlü besin maddesi oldukça cazip geliyordu an itibarıyla.
Trafiğin dibindeydim artık. Sedef için fotoğraf çekip “ufff yine mii trafik yine mi trafikkk yetti artık bu şehrin çilesi neyin trafiği buu yhaaa“ yazıp instagrama koyabilirdim… Fotoğrafı çektim. Rengiyle oynadım. Son bir kez baktım. Tekrar rengiyle oynadım. Trafik duruyordu. Fotoğrafla rahatça oynayabiliyordum. Zaten artık hepimiz birer ARA GÜLER’dik. Özellikle garsonlar. Tek işleri sipariş alıp, aldıkları siparişleri servis etmek olan garsonların ek işi ARA GÜLER olmaktı artık… Selfie çıktığından beri insanlar kendi kendilerini çekip “cnmla yemek qeyfi“ yazdıklarından dolayı ek işleri eskiye nazaran aynı yoğunlukta olmasa da bu alanda kazandıkları ciddi profesyonelliği devam ettiriyorlardı.
Fotoğrafı koymak üzereydim. Fakat o da neydi ? Sedef bir fotoğraf koymuştu. Altında bizim Burdur Anadolu lisesinden Feyza “cnm chok tatlısınıs chok mutlu olnn ins Allah nazarlardan saqlasn“ yazmıştı.
Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü o anda…
Yöresel görünümlü, arada kalmış olarak tabir edebileceğimiz bir adamla birlikte sarmaş dolaş bir halde fotoğraf koymuştu Sedef.
Üstelik bir evdelerdi. Ve #Bırtolama diye bir hashtag vardı.
Fotoğrafı iyice incelediğimde her şey açıklığa kavuşmuştu. Sedef başka birinindi artık. Üstelik o kişi ona bizim oranın dumanlı dağlarının modernize ve yemekleşmiş hali olan “COMBO FAJITA“ yedirmiyordu. Bildiğimiz Burdur yöresinin ünüyle yedi düvele nam salmış olan yemeği BIRTOLAMA yediriyordu.
Demek ki Sedef yöresel değerlerini muhafaza eden bir erkek arıyordu. Hatta arama aşamasını çoktan geçmiş, onu bulmuştu…
Her şey için çok geçti.
İstemeden likeladım fotoğrafı. Uyuz olarak ve istemeyerek fotoğraf beğenmek nedir siz bilir misiniz ? 32 beğeni 8 yorum’un en az yüzde yirmisi istenmeden yapılmıştır. İşte o bendim…
“Arada kalmış“ olarak suçladığım Sedef’in yanındaki adamdan daha arada kalmıştım belki de…
Paranoyamda haklı çıkmış olmanın buruk gururunu yaşıyordum ben.
Sedef’in hayalinde canlandırdığı erkek olabilmek için bazı değerlerimden vazgeçmiştim sanırım. Bibim hep söylerdi halbuki. “ Oğlum ne olursan ol, özünü inkar etme. Özünü inkar eden haramzadedir “ derdi. Çerçeveletip duvara asabilirdim bunu. Bir an bu cümleyi İngilizceye çevirip desktop yazısı olarak kullanmak geldi aklıma. Sanırım adam olamayacaktım ben. Ya da adam olduğumu Sedef’ler değil, Su’lar, Bengi’ler, Beril’ler, Melisalar, Duru’lar fark ettirecekti bana. Ama henüz onlara yanaşabilecek donanımı kazanıp kazanamadığımdan da emin olamadım. Gerçekten arada kalmıştım. Bırtolama ile Cajun chicken basket’ın arasındaydım… Üzerine değirmen karabiber dökülen mantı olabiliyordum şu an sadece ben. Yanında da içine limon parçası koyulmuş Zero cola olabiliyordum. Bırtolama & cacık ile Cajun chicken basket & Blue Moon arasındaydım sizin anlayacağınız.
Fotoğrafı koydum. Sadece “trafik cilesi bitmess bu şehrin L“ yazdım…
Eve giderken de dört EFES TOMBUL ŞİŞE alacaktım. Yanına da patates kızartıp o sofrayı çekip koyacaktım. “BUGÜN DE BÖYLE“ yazacaktım.

Kedili, kahveli, cnmla keyifli fotoğraflar arasında benimki kaç like alırdı ki acaba ?


Gelen likelara bakacaktım sonra. Yeni like demek yeni umut demektir. Bu da beyaz yakalı bekar abazalar derneğinin yazısız kurallarından birisidir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder