Sıkıcı bir iş günüydü.
Aslında tek hayalim, ofiste bilgisayarları başında oturan herkes
gibi bir an önce buradan kurtulup, facebook'a değil de instagrama, babamın
üniversiteden mezun olduğumda hediye olarak aldığı opel corsa tdi’ın şöför
koltuğundan kadrajlanmak suretiyle içinde yorgun ve mutsuz ifadelerle etrafına
bakan insanların bulunduğu arabaların görüntüsü eşliğinde çekilmiş "uffff
yine bir haftaici eve donush yine bir trafiqq cilesi yhaa" yazmaktı. Eğer
bu fotoğrafı ve commentimi feysten düşürmek üzere olduğum ve ilkokulda ilk
pembe yumurtlayan uçlu kalem kullanma karizmasına sahip olmasına karşın,
beslenmesi için annesinin koyduğu mendil üzerinde ezine peyniri ve elma yiyen
çirkin ve şişman kadın olarak hatırladığım fakat yıllar sonra feysbuka koymuş
olduğu fotoğraflarla adeta darwin'in evrim teorisini ispat etme misyonu
edinmişçesine güzelleşmiş olan Sedef beğenirse benim için işler değişecekti...
Kendi kendime söz vermiştim. Bu hafta instagrama koyduğum üç
fotoğrafın üçünü de beğenmes...... pardon Likelaması halinde, feysbuk üzerinden
yürüyecektim kendisine. EVET! Sedef’e yürüyecektim…"Yürümek" olarak
tabir ettiğim şey olarak kafamda tasarladığım plan da şirketin maile dahil
edilen kişilerin hangi ortak paydada buluştuğu yönündeki nedeni hep
sorguladığım şekilde oluşturmuş oldukları mail gruplarından dönen geyikleri
arasında insanların birbirine “ ayh o mekan cok gusel , ben daha önce böyle bi
mozerella stick gerçekten yemedim “ dedikleri yerlerden birine götürmekti.
Çünkü gerçek bir “BEYAZ YAKALI“ olmanın sırrı, Cuma ve cumartesi akşamları “AKILAN“ mekanlarda yenilen yemekleri sosyal medya, mail grubu, sigara
küllüğünün başında kahve içerken gibi iletişim yöntemleri ile birbirine
anlatmaktan geçiyordu. Bunu biliyordum ve bundan güzel nemalanıyordum. Zira iyi
bir okuldan mezun olup İstanbul’da iş bulmamı takiben İstanbul’a yerleşmem ve
buraya Burdur’dan geldiğimi örtmem zaman alacaktı. Bunun farkındaydım. Fakat bu
paylaşımlar az önce bahsetmiş olduğum bu zamanı oldukça daraltıyordu, bunu
biliyordum ve buna seviniyordum… Galiba mutluydum ben.
En büyük avantajım Sedef’in de Burdur’dan gelmiş ve üniversite
sonrasında İstanbul’da yaşamaya karar vermiş olmasıydı. Beni anlayabilirdi.
Aslında ben onu daha iyi anlayabilirdim. Çünkü Burdur sokaklarında kelebek
bıçak sallayan mahalle delikanlılarının benim üniversiteden aile ziyareti için
Burdur’a gittiğim dönemlerde nereden geldiğimi sorduklarında ve ben “İstanbul’dan geliyorum abi, bayram tatili olduğu için annemin babamın elini
öpeyim diye atladım otobüse geldim, otobüste verdikleri eti cin’i bile
yiyemedim heyecandan” şeklinde cevap verdiğimde “Haa üniversite iyidir iyi oku
tabi, oku da bana mı okuyon amunaoyuum, biz hayat okulundan mezun olalı kaç yıl
oluyor biliyon mu sen ?“ derken yüzlerine yansımış olan özgüvenin benzeri bir
özgüveni yansıtabilirdim Sedef’e İstanbul’da bir beyaz yakalı olarak yaşamak
hususunda…
Hem benim ona karşı bu toplu maillerden öğrendiklerimle “PRİM“
yapmamı sağlayabilecek kozlarım vardı. Bunlar benim “YÜRÜME“ eylememi
kolaylaştıracaktı. Tek ihtiyacım olan sadece bir kez daha “LIKE“ almaktı
kendisinden… Eğer bunu başarabilirsem, kendimde bu özgüveni görecektim. G.tüm
kalkacaktı like aldığım için.
Sedef’e yürüme kararı almamın sebebi tabii ki de sadece likelar
değildi. Ben bu kadar basit biri miydim ? Tabii ki hayır. Sonuçta İstanbul’da
yıllardır ayakta kalabilmiş, tek başına İŞLETME ENFORMATİĞİ bölümünü
bitirebilmiş, her bayram tatilinde aile büyüklerinin “ hangi bölümde okuyorsun
? “ sorularına İŞLETME ENFORMATİĞİ şeklinde yanıt verdiğimde “Hee iyi. O da
iyi. Ee ne çıkacan sen şimdi ?“ sorularına cevap verebilmiş, en nihayetinde
kurumsal olarak adlandırabileceğimiz büyük ve yaka kartı takmalı, AGİ’li,
yılbaşı kutlamalı, içinde bol müzik dinlenen ve genelde güvenlikli, havuzlu,
ortalama aidatlı, akıllı evli sitelerde duran servisli; deadline,Schedule, blg,
( bilgine ) fyi ( for your information ), best regards, saygılarımla,
“vlookup’la al onu” gibi kelimelerin havada uçuştuğu bir şirketin SÜREÇ
GELİŞTİRME YÖNETİMİ (Process Development Management) departmanında uzman
yardımcısı olmuştum…Boru değildim yani bence.
Sedef Burdur’un diğer kızları gibi, eve misafir geldiğinde, onlara
uzak, mutfağa ve salonun çıkış kapısına en yakın noktada rahatsız, üzerinde “KISMET PLASTİK“ yazan etiketi sökülmeye çalışılmış fakat başarılı olunamadığı
için etiket izi kalmış bir tabure üzerinde oturarak misafirlerinin çay
bardaklarını kesmeyi ve onların çaylarının bitmesine yakın çay bardağına doğru
koşturarak yenisini doldurmanın hayattaki en büyük misyonmuşçasına algılayan ve
evde oturup, akşamları annesinin soyduğu ve soyduğu bıçakla dilimleyip yine
bıçağa batırarak uzattığı elmayı yiyerek yine annesinin “KISMET “ olarak
nitelendirdiği ve ona içindeki özgürlük ve bağımsızlık içgüdüsünü hediye edecek
olan ama dozu ayarlanmamış bir ataerkil anlayış çerçevesinde hayatını
sürdürebileceği bir adam bekleyen kızlardan değildi Sedef… Evet Sedef
farklıydı. Sadece bir like daha alsaydım, bir dahaki selfie şeklinde çekilmiş
instagram fotoğrafı Sedef ile birlikte “BİR KAHVALTI İKİ SERVİS LÜTFEN“
şeklinde sipariş verilmiş, bir kahvaltıyı yemeden önce “DUR BOZMADAN BİR
SELFIE ALALIM“ diyerek çektiğim fotoğraf olması işten bile değildi… Bu
fotoğrafa da “Merhabalar, Canımla kahvaltı keyfi, Bilgilerinize,
Saygılarımla“ yazabilirdim… Çünkü sesli
harfleri atlayarak yazmak kıro bir şeydi. “Cnmmla qeyif falan“ o ne öyle ya…
Iyy. Tam kıro işi. Artık tüm sözlüklerde hatta memurlar.net forumunda bile
dalga geçiliyor bu tip insanlarla…
O değil de Sedef’e baya baya az kalmıştı lan. Perde arkasında
bulunan üç beş like’ın üzerine gelen tek bir like’ın bünyede yarattığı özgüven
kavramının ne tip anlamlara tekabül ettiğini bilir misiniz siz ? Ben yaşadım
biliyorum.
Instagrama akşam koyacağım “uufff yaa yine bu neyin trafiği
bitmezzz bu istanbulun derdiiiii“ yorumlu trafik fotoğrafının akabinde de biraz
daha boş yolda araba kullanırken içinde çalan müziği videoya alıp da koysam mı
lan ? düşüncesi sarmıştı birden bünyemi. Zira bunun da her Sedef üzerinde yaratmak için çabaladığım
hatta g.tümü yırttığım “ PRİM “ çabası gibi bir amacı vardı.
Şirkette, benim gibi Burdur’lu olmayan, doğma büyüme İstanbul’lu
ve iyi aileden yetişmiş bir arkadaşımın şirkete getirdiği harddiskten aldığım “YABANCI KARIŞIK MP3“ klasörü içinde daha önce hiç duymadığım “Indie Rock“
klasöründen bulduğum Arctic Monkeys isimli grubun “R U Mine ?“ diye bir
şarkısı vardı. Tanrım ! İstanbullu, modern ve her Cuma mutlaka büyük tabaklarda
servis edilen yemekli, loş ışıklı, hafif müzikli, bol salatalı, değirmen
karabiberli, artiz garsonlu restaurant ve cafelerde yemek yiyen, ya da “RAKI
FASIL“ eşliğinde kızlı erkekli “canım
doğmuş iyi ki doğmuş mukmuk “ şeklinde doğum toplu doğum günü kutlaması yapan
insanları yansıtıyordu bu parça.Yaka kartlı, öğlen sodexholu ama akşamları
sodexhosuz gibi takılan, hayal kahvesi, organik Pazar kahvaltısı, playstation
partileri düzenleyen, çiftli ev oturmalarına giden, ara sıra gece kulüplerinde
“ kanka şişe açtırdık ne yapalım “ diyebilme lüksüne sahip, “ evlendikten sonra
erkekler genelde kilo alır “ cümlesini bozuk plak gibi tekrarlayan; havaların
durumu, kilo, organik gıda ve çocuk muhabbetlerini fav’a atıp bekleyen kişiler
bir cumhuriyet kursalardı bu şarkı o cumhuriyetin milli marşı olabilirdi. Öyle
bir şarkıydı bu şarkı…Yani moderndi anlayabiliyor musunuz beni? Ben bu şarkıyı
dinlerken araba kullandığımda Sedef’e “MODERN“ görünecektim ve onun
beğenisini kazanacaktım. Bundan yana hiç şüphe duymuyordum. Bana o harddiski
veren arkadaşım Bertuğ sağolsundu. Eğer Sedef’i ayarlayabilirsem, Bertuğ’a
sürekli bahsettiği ve çok sevdiği, anlatırken herkesin ilgiyle dinlediği
yabancı biralardan bir tanesini ısmarlayabilirdim. Biz efes ile büyüdüğümüz
için, bu yabancı biraları henüz öğrenememiştim. Ama ona da sıra gelecekti.
Sonuçta ben bir Process Development Management / Asst.Specialist’im ve yabancı
biraları bilmeliyim…
Tam o sırada canım kurumsal şirketimin çıkış saatleri
yaklaştığında gündüz temizlik işlerine koşturan ablaların ara sıra servis
edilen aperatif yiyecekleri dağıttıklarını gördüm. O da nesiydi ? Havuçlu kekti
sanırım. Aslında “sevmiyorum“ diyemiyordum. Ama havuçlu kekti o. Bir kakaolu
asla olamazdı. Ama havuçlu kek sevmemek bir ayıp gibiydi. Öğle yemeğinde sadece
çorba içen ve ara sıra, brokoli, Brüksel lahanası, pırasa gibi gıdalar tüketen
bayan arkadaşların, kekleri dağıtan servis görevlisine bakmadan tebessüm eden
sahte ama değil gibi de fakat sanki aşağılayıcı bir ifade ile “ hayır
teşekkürler, ben almayacağım “ deme karizmaları haricinde tabii ki.
Havuçlu kek benim için “önüme koyulsa yerim yoksa aramam
bilaaaader“ kategorisindeki yiyecekler sınıfındaydı. O yüzden birkaç parça
aldım ve bıraktım. Çıkışa az kalmıştı. Çıkış saati yaklaştıkça bu dört duvar
arasındaki modern ofiste endorfin hormonunun buram buram salgılandığını
hissedebiliyordum. İnsanların mutluluk derecesi artıyordu. Tiyatroya gidecek
olanlar, sitelerindeki spor salonlarında günlük kalori hesabına göre
kalorilerini yakacak olanlar, hiç adını duymadığı bir grubun konser davetiyesi
olduğu için o konsere gidecek olanlar, sevgilisiyle midpointte yemek yiyecek
olanlar ile birlikte, çok yorgunum üç gündür dışarıda takılıyorum eve gideyim
de evde basit bir sofra kurayım ve fotosunu çekip instagrama “ bugün de böyle “
yorumu ile birlikte yapıştırayım modunda olanlar…
PC’sinin masaüstündeki ıvır zıvırı “MASAÜSTÜ“ diye bir klasör açarak
komple içine atanlar…Çalıştığı dosyayı pardon RAPOR’u bilmemne bey ya da hanım
geri gönderdiği ve “şurayı şöyle yapsak daha iyi olur sanki Meltem“ dediği
için elli kere düzeltmiş SON RAPOR’u
“rapor.son “ ismi ile kaydedenler… Ama az sonra buradan kurtulacakları
için mutlu olanlar…Buradan çıktıkları zaman gittikleri yerde güzel vakit değil
de “KEYİFLİ VAKİT“ geçirecekleri için mutlu olanlar…
Benimse aklım Sedef’teydi…
Belki de Sedef’in istediği bunlar değildi paranoyasına kapıldım
birden bire... Manasız bir paranoyaydı belki de… Modernizm ya da beyaz yakalı
yaşayışı değildi belki Sedef’in istediği dedim kendi kendime. “ Ama bir insan
neden bu hayatı beğenmez ki ? “diye sordum sonra… Akarı yok kokarı yok, azıcık
aşım ağrısız başım hesabı, büyüklerimizin bize öğrettiği gibi“ etliye sütlüye
bulaşmadan okuluna git gel, okul bitsin gir işine çalış “ felsefesinin bir
uzantısıydı bu. Kötü olamazdı. Çünkü koşulsuz şartsız büyükler her şeyi bilirdi
bize göre. Bu felsefe bizlere çocuk yaşta empoze edilen yegane bir felsefeydi.
İzlerini silmek çok zordu. İstediğimiz kadar modernleşelim, bazı gerçekleri
değiştiremezdik…Her ne kadar çaktırmasam da biz bu anlayışla yetiştirilmiştik.
Üniversitede parka giyen adamların “çürümüş düzen değişmelidir“ derken neyi
kastetmek istediklerini bile belki bu felsefeden ileri gelen sebeplerden
anlayamamış olmalıyım. Ama ne bileyim. Bir an böyle bir paranoyaya kapıldım.
Ütopik olsa da paranoya bu işte. İnsanı düşünmeye sevkediyor. Ya Sedef büyük
tabaklı, ortasında et ve değirmen karabiberli, kenarında haşlanmış sebzeli
servis edilen yemekleri değil de bizim Burdur’un meşhur yöresel yemeği “BIRTOLAMA“ yı özlediyse ve bırtolama yemek istiyorsa ? Ne güzel yapardı halam
Bırtolamayı. Bak şimdi özlediğimi fark ettim… Ben yakın zamanda Burdur’a
gitmeliyim mutlaka ve halamgili ziyaret etmeliyim. Bırtolama yemeliyim mutlaka…
Tanrım ben ne diyordum ? Az önce Indie Rock’lı parça dinleyip
Instagrama koymayı hayal ederken Bırtolamaya nereden gelmiştim? Halamın
güruhuna “HALAMGİL“ demiştim. Şirketteki arkadaşlarım duysaydı oldukça
sıkıntılı bir duruma düşerdim. Belki beni mail gruplarından bile
çıkartabilirlerdi. “Yapmayın arkadaşlar hepimiz ekmeğimizin peşindeyiz“ gibi
bir açıklamada da bulunamazdım…
Çıkış saati gelmişti artık. Gerçekten mutlu ve heyecanlıydım.
Sedef tam bana göreydi. O beni değil ben onu eğitecektim. Adaptasyon ve
oryantasyon sürecine alacaktım. Mutluydum. Ama Sedef’in bunların hiç birinden
henüz haberdar olmaması gibi bir sorunsal vardı ortada…
Saat 17:28’di. ASANSÖR SIRASINA KALMAK İSTEMEYEN BEYAZ YAKALI
içgüdüsü ile bilgisayarımı kapattım, “YAKŞAMLAR“ diyerek masamdan fırladım.
Asansöre atmıştım kendimi neyseki. Bir beyaz yakalı için en büyük
mutluluklardan birisi, tam 17:30’da hareket eden asansörde yer bulabilmektir.
Hatta “ Akarı yok kokarı yok “ felsefesini benimsemiş olan beyaz yakalının,
asansördeki yerini garantiye almasının akabinde, dışarıda bekleyenlere doğru, “ARKADAŞLAR GELİN BİR KİŞİ DAHA ALIR“ deme misyonunu üstlenme görevi vardır. Bu
“ ben yerimi garantiledim, kafa rahat, bu rahatlığın verdiği özgüven ve
güzellikle, size de bir takım rahatlıklara kavuşmanız için öneri verebilecek
erki kendimde görüyorum “ un Türkçesidir.
Asansör aşağı inmişti artık. Masamdan kalktığımdan beri yaklaşık
13 kere tekrarladığım “YAKŞAMLAR“ kelimesini tekrarladım. 14 oldu.
Güvenlikler ve kapı önündekiler ile birlikte günlük ortalama “YAKŞAMLAR“
20’yi buluyordu.
Yavaş yavaş aracıma doğru yürüdüm. Yirmi dakikam vardı. Yavaşça
yürüyebilirdim. Zira yirmi dakika sonra otopark ücreti, 10 saati geçtiği için 3
TL daha artacaktı. Ama bunun için yirmi dakikam vardı ve otoparkla şirket arası
beş dakikaydı.
Bugün öğle arasında internet gazeteleri ve
haber sitelerinde ya da limango & markafonide takılmak ya da grupfoniden
fırsat kovalamak yerine, Sedef’e alabileceğim küçük bir hediye bakmıştım.
Google’da “ilk flörtte kız arka alınabilecek hediyeler“ yazmıştım… Sağ alt
köşesinde KARGO BEDAVA yazısının yanıp söndüğü bir sürü siteye girdim çıktım. Ama uygun bir şey bulmakta güçlük
çekmiştim. Daha doğrusu bir beyaz yakalının hayatın her alanında göstermiş
olduğu “ Garantici “ yaklaşımından dolayı, buluşmayı garantiye almadan, esnekliği
oldukça düşük olan kredi kartıma ekstra bir maliyet yüklemekten kaçınmıştım
sanırım…
Arabama binmiştim. Yoldaydım… Karnım da hafiften aç gibiydi. Canım
kahvaltı yapmak istedi. Bizim şirketin güvenlik müdürü Şenol abinin memleketten
getirdiği, ve her memlekete gittiğinde organik gıda hastası olan şirket
çalışanları tarafından sömürülürcesine yağmalanan organik ballara ekmeğimi
banmak istedim. Hiçbir organikliği olmayan ve marketten eve sipariş verdiğim 6’lı
karton kutulu yumurtalardan yapılmış rafadan yumurtada kahvaltı sonraları
nadiren içtiğim ve asla içime çekmediğim keyif sigarasını söndürmek istemiştim.
Sanırım açlık boyutumdan dolayı bana şu an her türlü besin maddesi oldukça
cazip geliyordu an itibarıyla.
Trafiğin dibindeydim artık. Sedef için fotoğraf çekip “ufff yine
mii trafik yine mi trafikkk yetti artık bu şehrin çilesi neyin trafiği buu
yhaaa“ yazıp instagrama koyabilirdim… Fotoğrafı çektim. Rengiyle oynadım. Son
bir kez baktım. Tekrar rengiyle oynadım. Trafik duruyordu. Fotoğrafla rahatça
oynayabiliyordum. Zaten artık hepimiz birer ARA GÜLER’dik. Özellikle garsonlar.
Tek işleri sipariş alıp, aldıkları siparişleri servis etmek olan garsonların ek
işi ARA GÜLER olmaktı artık… Selfie çıktığından beri insanlar kendi kendilerini
çekip “cnmla yemek qeyfi“ yazdıklarından dolayı ek işleri eskiye nazaran aynı
yoğunlukta olmasa da bu alanda kazandıkları ciddi profesyonelliği devam
ettiriyorlardı.
Fotoğrafı koymak üzereydim. Fakat o da neydi ? Sedef bir fotoğraf
koymuştu. Altında bizim Burdur Anadolu lisesinden Feyza “cnm chok tatlısınıs
chok mutlu olnn ins Allah nazarlardan saqlasn“ yazmıştı.
Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü o anda…
Yöresel görünümlü, arada kalmış olarak tabir edebileceğimiz bir
adamla birlikte sarmaş dolaş bir halde fotoğraf koymuştu Sedef.
Üstelik bir evdelerdi. Ve #Bırtolama diye bir hashtag vardı.
Fotoğrafı iyice incelediğimde her şey açıklığa kavuşmuştu. Sedef
başka birinindi artık. Üstelik o kişi ona bizim oranın dumanlı dağlarının
modernize ve yemekleşmiş hali olan “COMBO FAJITA“ yedirmiyordu. Bildiğimiz
Burdur yöresinin ünüyle yedi düvele nam salmış olan yemeği BIRTOLAMA
yediriyordu.
Demek ki Sedef yöresel değerlerini muhafaza eden bir erkek arıyordu.
Hatta arama aşamasını çoktan geçmiş, onu bulmuştu…
Her şey için çok geçti.
İstemeden likeladım fotoğrafı. Uyuz olarak ve istemeyerek fotoğraf
beğenmek nedir siz bilir misiniz ? 32 beğeni 8 yorum’un en az yüzde yirmisi
istenmeden yapılmıştır. İşte o bendim…
“Arada kalmış“ olarak suçladığım Sedef’in yanındaki adamdan daha
arada kalmıştım belki de…
Paranoyamda haklı çıkmış olmanın buruk gururunu yaşıyordum ben.
Sedef’in hayalinde canlandırdığı erkek olabilmek için bazı
değerlerimden vazgeçmiştim sanırım. Bibim hep söylerdi halbuki. “ Oğlum ne
olursan ol, özünü inkar etme. Özünü inkar eden haramzadedir “ derdi.
Çerçeveletip duvara asabilirdim bunu. Bir an bu cümleyi İngilizceye çevirip
desktop yazısı olarak kullanmak geldi aklıma. Sanırım adam olamayacaktım ben.
Ya da adam olduğumu Sedef’ler değil, Su’lar, Bengi’ler, Beril’ler, Melisalar,
Duru’lar fark ettirecekti bana. Ama henüz onlara yanaşabilecek donanımı kazanıp
kazanamadığımdan da emin olamadım. Gerçekten arada kalmıştım. Bırtolama ile
Cajun chicken basket’ın arasındaydım… Üzerine değirmen karabiber dökülen mantı
olabiliyordum şu an sadece ben. Yanında da içine limon parçası koyulmuş Zero
cola olabiliyordum. Bırtolama & cacık ile Cajun chicken basket & Blue
Moon arasındaydım sizin anlayacağınız.
Fotoğrafı koydum. Sadece “trafik cilesi bitmess bu şehrin L“ yazdım…
Eve giderken de dört EFES TOMBUL ŞİŞE alacaktım. Yanına da patates
kızartıp o sofrayı çekip koyacaktım. “BUGÜN DE BÖYLE“ yazacaktım.
Kedili, kahveli, cnmla keyifli fotoğraflar arasında benimki kaç like alırdı ki acaba ?
Kedili, kahveli, cnmla keyifli fotoğraflar arasında benimki kaç like alırdı ki acaba ?
Gelen likelara bakacaktım sonra. Yeni like demek yeni umut
demektir. Bu da beyaz yakalı bekar abazalar derneğinin yazısız kurallarından
birisidir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder